Bülent Önge: BiR BARDAK ÇAYIN HiKÂYESİ

0



        Her sabah uyandığımda sabahın ilk ışıklarıyla birlikte mutfağa yürürken elim doğrudan çaydanlığa gider. Su kaynarken, demliğe iki-üç kaşık çay koyarım, öyle göz kararı. Bir bardak çayla başlar güne dair düşünceler. Ama hiç düşündünüz mü, o küçücük bardaktaki çayın ardında nasıl bir tarih yatar?

        Biz çayı o kadar benimsemişiz ki, sanki yüzyıllardır benimleymiş gibi gelir. Oysa çayın yolu Çin’in sisli dağlarından geçip Japonya’nın tapınaklarına, oradan İngiltere’nin şık salonlarına uğramış; en son Karadeniz’in yeşil yamaçlarına konmuş. Gerçek bir dünya gezgini anlayacağınız. Hadi birlikte bu buharlı yolculuğa çıkalım.

Çin’de bir yaprağın suya düşüşü

 Çayın hikâyesi, Çinli bir imparatorla başlar: Shen Nong. Rivayet o ki, milattan önce 2700’lü yıllarda, bir gün sıcak su kaynatırken ağacın yapraklarından biri kazana düşer. Ortaya öyle hoş bir koku çıkar ki, imparator dayanamayıp bu suyu içer. O anda tarihin ilk çayı demlenmiş olur. Gerçek mi bilinmez ama hoş bir başlangıç değil mi? Bence öyle.

      Çay önce Çin’de, şifa niyetine içilmeye başlanır. Sonra zamanla toplumun her kesimine yayılır. Tang Hanedanlığı döneminde (7. yüzyıl) artık bir lüks değil, gündelik yaşamın parçasıdır. Üstelik o dönemlerde çay preslenip kek haline getiriliyor, taş gibi sert çay parçaları pazarlarda altın gibi alınıp satılıyordu. Ticareti oldukça yaygındı.

Budist keşişlerin yolculuğuyla Japonya’ya

      Japonlar çayı Çin’den alan ilk milletlerden biri. Budist keşişler çayın sadece bedeni değil, zihni de canlandırdığını fark ediyor. Meditasyon saatlerinde uyanık kalabilmek için çay içmeye başlarlar. Zamanla çay içmek bir törene dönüşüyor. Sadelik, sükûnet ve saygı… Japon çay seremonilerinde bu üçü hâlâ esas. Bir fincan çay, adeta felsefi bir yolculuk gibidir.

       Kore’ye de buna benzer şekilde geçiyor. Ama Batı’nın çayla tanışması biraz geç ve biraz da çıkar ilişkilerine dayanıyor.

Avrupa çaya doyamıyor

      1600 lü yılların sonu… İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Çin ile yoğun bir ticaret başlatıyor. İpek, porselen ve… tabii ki çay. Başta sadece zenginlerin ulaşabildiği bir içecekken, zamanla halk da bu lezzeti tanıyor. 5 çayları, kraliçeli sofralar, gümüş çaydanlıklar… İngilizler bu içeceği âdeta kendilerinin zannediyor.

     Hatta öyle sahipleniyorlar ki, Hindistan’da çay üretmeye başlıyorlar. Çin’e olan bağımlılığı kırmak istiyorlar. Böylece çayın rotası biraz daha kayıyor. Sri Lanka (o zamanlar Seylan) devreye giriyor. Çay artık sadece bir Çin geleneği değil, küresel bir ticaret ürünü haline geliyor. Bazen politik çatışmaların bile neden oluyor.

      Peki biz bu çayın neresindeyiz?

      Türkiye çayla çok geç tanıştı ama çok sıkı dost oldu. Osmanlı’da kahve başroldeydi. Çay, sarayda egzotik bir içecek olarak görülüyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde işin rengi değişti. Atatürk’ün önerisiyle halk için uygun, ekonomik ve sağlıklı bir içecek olarak çay teşvik edildi. 1930’larda Rize’de ilk fidanlar dikildi. Zihni Derin adında idealist bir ziraat mühendisi, Karadeniz ikliminin çaya uygun olduğunu kanıtladı. İşte bizim çayla gerçek tanışmamız böyle başladı.

      Bugün dünyada kişi başı en çok çay tüketen ülke Türkiye’dir. Sabah kahvaltısında, öğlen molasında, akşam yemeğinden sonra, misafir gelince, birini uğurlarken… Her durumda çay vardır. İnce belli bardakta servis edilir, tavşan kanı olacak diye özen gösterilir. Az demli, çok demli, açık, koyu… herkesin damak zevki başka ama ortak noktamız şu: Çay bir içecekten çok daha fazlası bizde. Bir kültür, bir paylaşım, bir bahanedir.

Son yudum

     İşte bu yüzden, bir bardak çaya sadece “bir bardak çay” demek haksızlık olur. O bardağın içinde binlerce yıllık bir tarih, kıtalararası yolculuklar, savaşlar, dostluklar, törenler ve sabah mahmurluğuyla başlayan günler gizlidir.

      Bir dahaki sefer çayınızı yudumlarken, şöyle bir durup düşünün: Bu sıcaklık sadece bedeninizi değil, aynı zamanda geçmişi de ısıtıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir